Bu hafta Açık Bilinç’te Felsefe tarihinde adalet kavramının doğuşunu ve gelişimini, günümüze uzanan adalet kuramlarını, ve bir eylem biçimi olarak yürümeyi ele aldık. Gerçek adalet, herkese lazım. Bunun farkında olmayan ve adaleti yalnızca kendi isteklerinin yerine getirilmesi sanan muktedirlere bile.
Jorge Luis Borges, 1941’de SUR dergisinde yayımlanan Babil Piyangosu öyküsünde adaletsiz bir dünyayı tasvir eder. Adaletin yerini mantığı belirsiz bir piyangonun aldığı Borges'in distopik Babil'inde adaletin gerçek değerini, hava gibi, yokluğuyla anlarız.
Adalet, en genel sözlük karşılığıyla, "herkesin hakkını gözetme, hakkaniyetli olma" şeklinde tanımlanabilen, çok yönlü bir kavram. Felsefe tarihinde adalet kuramlarını, en genel şekliyle, "ilahi idare" ve "doğal yasa" kategorilerinde incelemek mümkün. Tek tanrılı dinlerin etkisinde gelişen ilahi adalet ile, Antik Yunan'dan Aydınlanma'ya uzanan dünyevi adalet, en temel kavramsal ikiliği oluşturur.
İlahi ve dünyevi adalet kavramlarının tarih boyunca bazen tamamlayıcı olan, bazen de birbirleriyle çatışan tezahürlerini görmek mümkün. Ancak ahirette sağlanacak mutlak adalet inancı, bazen dünyevi adaletsizliğe direnme, bazen de katlanma ve kabullenme işlevi görmüştür. Her halukarda, adaletin, toplumsal yaşam için hayati öneme sahip, sosyal birlikteliğin tutkalı işlevi gören bir kavram olduğu açık.
İlahi adalet kavramının ilahiyat literatüründeki "Kötülük Problemi"yle ve özgür iradeyle ilişkisini, "Din Felsefesi" serimizde ele almıştık:
26 Kasım 2013 tarihli programızda ise aynı konuya devam etmiştik.
Bu hafta önce Antik Yunan'dan günümüze Felsefe tarihinde yer alan dünyevi adalet kavramının gelişimine ve kuramlarına değindik..
Adalet kavramına günümüzde ışık tutan en önemli iki çalışma, Antik Yunan filozofları Platon (Eflatun) ve Aristoteles tarafından ortaya konmuştur.
Platon, Devlet eserinde adalet kavramını Trasimakus ile Sokrates arasında geçen bir tartışmada ele alır. Trasimakus'a göre adalet, güçlü olanın istediğinin gerçekleşmesidir. Tartışmanın sonunda Sokrates okuru bu görüşün yanlışlığına ikna eder.
Adaletin, güçlü olanın istediğinin gerçekleşmesi olamayacağını ikibin yıldan fazla bir süre sonra Alman matematikçi ve filozof G.W. Leibniz de “reductio ad absurdum” formunda gösterir. Leibniz'e göre, adalet güçlü olanın istediği olsaydı, egemenler hiç bir zaman adaletsiz davranıyor diyemezdik. Oysa öyle olmadığı çok açık. Demek ki, adaletin güçlü olanın istediğinin gerçekleşmesi önkabulunu reddetmeliyiz.
Platon'un genel adalet anlayışına karşı, öğrencisi Aristo adaletin farklı alt kategorilerde de incelenmesi gerektiğini öne sürer.
Aristo'nun Antik Yunan'da 159 şehir-devlet anayasası temelinde geliştirdiği, Nikomakos'a Etik kitabında yer alan adalet kavramı, "cezalandırıcı adalet", "dağıtımcı/paylaşımcı adalet" gibi ayrımlar ışığında incelenir.
Aristo'nun,"eşitlerin kaynaklardan eşit pay alması" üzerine kurulu dağıtımcı adalet kavramı, günümüz adalet kuramlarının da merkezinde yer alır. Örneğin felsefeci John Rawls, 20. yüzyılın önemli eserlerinden Bir Adalet Teorisi kitabında büyük ölçüde ”dağıtımcı adalet" sorunuyla uğraşır.
Leibniz'den yaklaşık 1yüzyıl sonra, filozof İskoç filosof David Hume, kaynakların kısıtlı olmadığı bir dünyada dağıtımcı adalet sorununun olmayacağına dikkat çeker. Hume'un bir kuşak sonrasındaysa, Alman filozof Immanuel Kant, adalet kavramına, bugüne ışık tutan ve Rawls'ı da etkileyen farklı bir yaklaşım getirir. Kant'çı"saf akıl"dan kaynaklanan kurala göre, birey özgürlüğünün sınırları, diğer bireylerin özgürlükleriyle uyumlu olmasıyla belirlenmelidir.
Felsefe tarihindeki bu kısacık gezintiyi, Kant'tan yaklaşık 1 yüzyıl sonra felsefe ve ekonomide çığır açmış olan Karl Marx'ın görüşleriyle noktalayalım. Marx'a göre kapitalizm doğası itibarıyla içinde emek sömürüsü gibi derin ve kökten adaletsizlikler barındıran, reddedilmesi gereken bir sistemdir. Buna rağmen Marx, felsefe literatüründe tartışma yaratacak şekilde, eserlerinde açıkça"kapitalizm adaletsiz bir sistemdir"ibaresini kullanmaz. Bunun sebebi, Marx'ın felsefe tarihindeki ahlak tartışmasının dışında kalmak ve ütopyacı sosyalistlerle arasına mesafe koymak istemesi olabilir.
Adalet kavramına felsefenin yanı sıra bilişsel bilimler ve primatoloji çalışmaları ışığında, evrimci bir bakış açısıyla yaklaşmak da mümkün. Son 10 yılda yapılan araştırmalar, bir tür temel "hakkaniyet hissi"nin insanlar dışında başka canlılarda da var olduğunu öne sürüyor.
Emory Üniversitesi Yerkes Primat Merkezi'nden primatolog Frans de Waal'e göre, ahlakın temel unsuru olan adalet duygusu, bilişsel açıdan gelişkin diğer canlılarda da mevcut. de Waal'in "eşit işe eşit ücret" ilkesinin Kapuçin maymunlarının dünyasında da var olduğunu gösterdiği çalışması izlemeye değer.
Hakkaniyet hissinin insanlar dışında da gözlemlenmesinin, adalet duygusunun güçlü bir biyolojik temeli olduğunu gösteriyor olması muhtemel.
Gelelim, bir eylem biçimi olarak yürümek konusuna. Yürümenin ve yürüyerek tartışmanın Felsefe tarihinde önemli bir yeri var. Rafael'in Vatikan'da yer alan Atina Okulu tablosunun merkezinde, gökleri gösteren Platon ve yeryüzünü işaret eden Aristo tartışarak yürürler.
Fransız felsefeci Roger-Pol Droit, kitabında Felsefe tarihinden örneklerle Filozoflar Nasıl Yürür'ü anlatır.
Yürümek deyince, yazar Sevgi Soysal'ı Sezin Öney’in yazısıyla anmalıyız.
Biz de kısa bir süre önce Açık Bilinç'te sivil itaatsizlik fikrini ele aldığımız programda Gandhi'nin ünlü Tuz Yürüyüşü'nden söz etmiştik.
Son olarak, adaletin Türkiye’de güncel tezahür ve sorunlarıyla ilgilenenlere, her hafta yeni şeyler öğrenerek dinlediğim Adaletin bu mu Dünya? programını önererek bitireyim:
Gerçek adalet, herkese lazım. Bunun farkında olmayan ve adaleti yalnızca kendi isteklerinin yerine getirilmesi sanan muktedirlere bile.